7. GÜN “ORADA KALDI”

S c r o l l D o w n

Bütün her şeyden, kendimden ve herkesten, platonik sarhoşluklarımdan ve iç cebimdeki purolardan sıyrılmak gibi bir telaşa düştüm dün gece. Haliç’i seyrediyordum bütün ihtişamıyla ve güneş doğana kadar da seyredecektim. İçimdeki sıkıntıyı anlatamam ama, bu teras cana kıymayı kafaya koymuş gibiydi. Ben mi olacaktım?

Bunları yazabildiğime göre ben olmadım. Bir başkası oldu mu, umrumda değil, belki yerinde olmayı isterdim. Bir piyano ve başındaki adam bu kadar sarhoş olmasaydı muhtemelen Haliç kafamdaki son manzara olurdu. Piyanoları oldum olası sevdim. Çalmayı bilmememe rağmen piyanoyla iki şarkı besteledim, ilki ‘usul usul’. Bir Azeri türküsü okudu piyanist. Yan masada, birlikte geldikleri genç kıza şekil yapmaya çalışan elli yaşlarındaki çakma entel, ‘etnik caz’ dedi. Bir alakası yoktu! Adam şarhoştu ve hala tüküremediği bir kadın için ‘vefasızzz’, ‘geber aygız’ diye haykırıyordu. Bizim entel anlamadığı yetmiyormuş gibi bir de, neyse… Bir içki söyledim… Biraz rüzgar için yalvaracak vaziyetteydim. Yazları bu yüzden sevmiyorum biraz da. Çünkü favori içkilerim sıkıntı veriyor, başka başka şeyler içmek gerekiyor ve bu mekanda southern comfort bulabildiğime seviniyorum. Bu sıcakta tercih edilebilecek en hafif ve ağır tedavi.

Haliç’i seyrediyorum hala ve hala kurtulmaya çalışıyorum beni ben yapan her şeyden. Başka biri olsam keşke diyorum başka bir şehirde. Örneğin; Niğde’de hurdacılık yapsam, birahane kapanana kadar dördüncüyü kurtarabilir miyim telaşına düşsem, tırnak araları simsiyah olmuş parmaklarımla. Açık bakkal arasam daha birde. Kayınçonun verdiği eskileri iş elbisesi yapsam. Tavla da hep yenilsem ama yanıkta alsam… Nasıl olurdu acaba? Haliç pis pis gülmeye başladı. Do minör alındı buna tam da piyanistin en sarhoş parmağına denk geldi, eskiden iyi dosttular. Lan! Dedim oğlum gülme! Laminör7b5’te ayıldı parmak, kucaklaştılar. İçeriye tek omzu düşük bir elbise girdi, bir çift sütun üstünde. Yürüyüşü akşama kadar ayakta çalıştığını gizliyordu, ayak bileklerinden ve şeffaf teninin altında, güneş moru ırmaklar gibi iştahla kabaran damarlarından anladım. Nereye oturacağını bir hayli vakit kestiremedi. Etrafı kesişi dans eder gibiydi. En dipteki masaya oturdu. En kıyısına… Tamamlanmaktan başka bir şeye ihtiyaç duymayan bir huzursuzluğu vardı. Katlanabilir yalnızlığını çıkardı çantasından, ucunu yaktı. Elleri titrediler. Piyanistin aşırı kontrollü ellerine daldı sonra ve sonra da yüzüne. Düşünmek istemediği her şeyi düşündü. Bir merdiven tırmandı ve indi, iç çekti.

Arka arkaya kareler kuruyordu, onu izlemekten vazgeçirmek zorundaydım kendimi fakat alamıyordum. Gelişine bıraktım ve onun o karelerine arka planlar eklemeye başladım. Örneğin, sırtının hemen arkasına, kalan sıvalı tarafları da çatlak ve yıkılmak üzere olan bir duvar ekledim. Sigarasına başka bir marka ve topuklularına bilek ekledim. Bu halimi gördü ya da anladı, bana sadece bir göz hareketiyle, ‘Neye bakıyorsun?’ der gibi yaptı. Elimle onu gösterdim parmaklarımı havada süzerek. Gülümsedi ve ben o geldiğinden beri beklediğim gülümsemeye kadeh kaldırdım. Çantasını aldı, yalnızlığını bıraktı ve geldi. ‘Ne içiyorsan aynından’ dedi ve oturdu. İlk soruyu onun sormasını bekliyordum. Çok da sürmedi. ‘Neyi seyrediyordun, nereye daldın?’ dedi. ‘Seni’ dedim ve kafamdan geçenlerin hepsini anlattım ona. Hoşuna gitti. ‘Yanılmış sayılmazsın günün çoğu anı ayaktayım’ dedi, hukukçuymuş. Bana sen ne iş yapıyorsun dediğinde gülümsedim. Gece boyu neredeyse hiç konuşmadık ama mükemmele yakın bir sohbet geçmişti. Ve güzelliği, saat ilerledikçe ilerlemişti.

En tatlı yerinde ‘Kalkmam lazım, malum, iş.’ dedi ve diğer masada kalan yalnızlığını çantasına geri koydu. Israr etmek şöyle dursun bir kez bile ‘son içki’ demedim. Çünkü gitmesi çok hoş anılar bırakacaktı. Öylesine gitti. Hiç bir şey olmamış gibi ve yine yorgunluğunu gizleyerek yürüdü. Merdivenlerden devrilişini seyrederken tekrar planlar dizdim etrafına. Böyle de oldu! Ve ikimiz de emindik, bu burada kalmayacaktı. Ama henüz kurtulamamıştım ağırlıklarımdan. Hala baya bana benziyordum. Geç kalma dedim kendi kendime, Şişhane’ye, bizim narkozcuların yanına gitmenin tam vaktiydi. Hele Oğlum Selim iyi bilirdi adama aramadığını buldurtmayı. Aradım, Pemboylaymış, halka geçirmişler burnuna Küçük Ayı’nın, ‘Samanyolu’ nu söyletiyorlarmış. Acaba gitmesem mi dedim, ayaklarım beni yine götürdü. Burda kalmaz dediğim şeylerin hepsi orada kaldı…